Egoist okur

VERTIGO… Anımsayan benlik = Masalcı benlik

“Anımsayan benlik bir masalcıdır. Anılarımıza karşılık gelen tepkilerle ve aniden başlar. Bu yüzden sadece hikâye anlatıyor olmak için hikâye anlatmayız. Anılarımız bize hikâye anlattırır. Deneyimlerimizden arta kalan tek şey aslında hikâyelerdir. Ve hikâyenin en kritik noktası da nasıl bittiğidir. Sonlar çok ama çok önemlidir. Ve aşağıda okuyacağınız örnekte son, tüm hikâyeye hâkim olmaktadır.”

Biricik “Vertigo’savarımız” Mehmet Erduğan, Yann Martel’in aynı adlı romanından uyanlanan Pi’nin Yaşamı filmini yazdı. O kadar güzel yazdı ki koşa koşa filmi yeniden seyretmek, romanı yeniden karıştırmak istedim. Okuyun. Alihan Mestçi’nin Yann Martel’le yaptığı röportajı da…

Yann Martel: “İnanmamak daha kolay ama…”

mehmet erdugan egoistokur yann martel

Mehmet Erduğan Vertigo’da Pİ’NİN YAŞAMI’nı anlatıyor

Günümüzde herkes inanç ve huzurdan bahsediyor. Herkes çeşitli yöntem ve tavsiyelerle insanların daha anlamlı yaşamaları için çabalıyor. Ama bu kadar emek yoğunluğuna rağmen istediğimiz maneviyata tam anlamıyla ulaşabilmeyi yine de başaramıyoruz. Ne kadar istesek de bu hayatı daha anlamlı, coşkulu, huzurlu ve mutlu yaşama seviyesine tam manasıyla erişemiyoruz. “Yaşam ayrıntılarda gizlidir” diyerek hayatta gözden kaçanları yakalayamıyoruz.

Oysa bir Bilge Adam’ın söylediği gibi; bazı anlar vardır ki ilk secdedir onu kıymetli kılan, bazı insanlar vardır ki ilk buluşmadır kişiyi bambaşka bir noktaya taşıyan, bazı yerler vardır ki ilk duadır onu eşsiz kılan. Yeniden doğuştur o an, yeniden âşık olunandır o insan, yeniden varıştır o mekân…

Yazma üzerine hayal gücünü kaba gerçeğin sunağında kurban ederek değersiz düşler görmeye başlamış ve en sonunda hiçbir şeye inanmayarak tüm ilhamını kaybetmiş ümitsiz bir yazar olan Yann Martel, Hindistan’ın Fransız bölgesinde hikâyesini arayan bir Kanadalıdır.

Bir yük gemisinin, ailesiyle birlikte Pasifik Okyanusu’nda trajik bir şekilde batmasına rağmen umudunu hiçbir zaman yitirmeyen Piscine Moliter “Pi” Patel ise Kanada’nın Fransız bölgesinde yaşayan ve anlatacak inanılmaz bir hikâyesi olan bir Hintlidir.

İkisi de acı dolu bir duygusal açlığın içinde birbirlerinden habersiz kendi yaşamlarını farklı yerlerde ve farklı biçimlerde sürdürürken, ilâhi güç bu iki insanın bir araya gelmesini sağlar. Böylece biri ölüm-kalım savaşı verdiği yaşam mücadelesini diğerine anlatarak yaşadıklarının bir anlamı olduğunu perçinlerken diğeri de gerçeğin seçici bir dönüşümüyle kendisine anlatılanlarla okuyucusunu belki de hayatının yolculuğuna çıkaracak harikulade bir hikâyeye sahip olur.

Yann Martel’in 2001’de yayınladığı ve ertesi yıl Man Booker Ödülü kazandığı Pi’nin Yaşamı (Life of Pi) romanından David Magee tarafından senaryosu yazılan ve aynı isimle Ang Lee’nin yönetmenliğinde sinemaya kazandırılan bu görkemli film edebiyattan sinemaya uyarlanan hikâyelerin en güzel örneklerinden biri oldu. Üstelik çeşitli festivallerdeki 80’den fazla ödül adaylığında “En İyi Yönetmen”, “En İyi Görüntü Yönetmeni”, “En İyi Görüntü Efekti”, “En İyi Orijinal Müzik” dallarındaki Oscar ödülleri de dâhil 50’den fazla ödülle taçlandırıldı.

İnancın birbirinden farklı odalarında yürürken…

Hikâyenin kahramanı Piscine Molitor’un ailesi Hindistan’ın bir zamanlar Fransa sömürgesinde kalmış bölgesi Pondicherry’de bir hayvanat bahçesi sahibidir. Haliyle, Pi de aslanından şempanzesine, ibibiklerden papağanına, susamurundan bizonuna, orangutanından tavus kuşuna, saksağanından kurbağasına, pembe flamingolardan siyah kuğulara, deve kuşlarından gümüş elmas kumrulara, parlak başlı sığırcıklara, şeftali yüzlü muhabbet kuşlarına, fillerden foklara, kaplandan ayılara, geyiklere, tapirlere, lamalara, zürafalara varan binbir çeşit yabanıl hayvan koleksiyonuyla yeryüzündeki cennet misali bir hayvanat bahçesinde doğmuş ve burada adeta prens çocuklarının bile sahip olamayacağı bir zenginlikte büyümüştür.

Kendisinin Yeni Hindistan’ın bir parçası olduğunu düşünen ve bir bilim insanı olarak daima rasyonalizmden yana olan babası, benzer şekilde kendini geliştirmiş fakat sonrasında dinin geçmişi ile arasındaki tek bağ olduğuna karar vermiş annesi ve hem eğitimi hem de ilgi alanlarıyla tamamen seküler bir yaşam tarzı olan abisinin aksine Pi, hayatın anlamını keşfetme yolunda ailesinden ayrı düşerek ruhsal yolculuğunda dini anlamaya çalışmaktan geri kalmaz. Üstelik bu arayış içinde kendini eş zamanlı olarak Hinduizm, Hristiyanlık ve İslam ile iç içe bulur. “Her şeye aynı anda inanmak demek, aslında hiçbir şeye inanmamaktır” felsefesine inat inancın birbirinden farklı odalarında yürür. Fakat imam, rahip ve panditin dar bakışlı öğretileriyle Tanrı’yı sevme yolunda istediğini bulamaz. Hatta bu dünya hayatında kendi irademiz dışında, önceden ve değişmeyecek biçimde yaşamlarımıza ezeli takdiri doğrultusunda hakim olan ve onu yönlendiren bir Tanrı’nın varlığını hissetmek için teolojik deliller üzerine akıl yürütecek kadar donanımlı olmamız gerekmediğini düşünür. Elbette bu deliller önemsiz değildir ama sıradan ve aciz bir insanın gündelik yaşamda gezegenimizi süsleyen yüce gönüllü ve türlü türlü yaşam ifadelerini gözlemleyerek Allah’ın varlığını ve ebedi gücünü hissetmenin de mümkün olacağına inanır.

Kur’an’da geçen “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün art arda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten ayetler vardır.” (Al İmran Suresi: 190) ayet-i kerimesi de zaten düşünen insanlar için bundan söz etmemiş midir?

Hiçbirimiz biri bizi gerçek anlamda tanıştırıncaya kadar Tanrı’nın kim olduğunu bilemeyiz. Bu yüzden Pi’nin bir başına hele de kendi dininde var olan otuz üç milyon Tanrı karşısında kendini suçlu hissetmeksizin tek Tanrı’ya ulaşma çabasında onu Allah’ın varlığına inandıracak bir şeye ihtiyacı vardır. Şüphesiz ki hikâyenin seyrinde hayatı Pi’ye daha anlamlı kılan da Allah’ın istek ve emirleridir.

“Ne olacağını bilmek istiyorum!”

Yıllar içinde Pi böylesi karmaşık bir ruh hali ve hissiyatlar içinde bir ergen olduğu vakit ailesi çocuklarına daha iyi ve mutlu bir gelecek kurmak için hayvanat bahçesini kapatıp, hayvanları satmak üzere bir Japon yük gemisiyle Kanada’ya gitmeye karar verir. Pasifik’in ortasında bir gece korkunç bir fırtınaya yakalanırlar. Pi ailesini kaybettiği bu kazada büyük bir mücadele sonunda kendini bacağı kırık bir zebra, yırtıcı bir sırtlan, bir orangutan ve Richard Parker adında bir Bengal kaplanıyla aynı filikada bulur. Böylece Pi için denizde 227 gün süren gerek fiziksel, gerek zihinsel olarak gerçek bir manevi yolculuk başlar.

Yolculuğun henüz başlarında gözü dönmüş sırtlan zebraya saldırır ve hayvanı acı içinde lime lime eder. İçlerindeki en hassas hayvan olan orangutan sırtlanı bu vahşetinden dolayı cezalandırmak ister fakat bu sırada sırtlan onun boşluğundan yararlanarak hamlesini yapar onu da etkisiz hale getirir. Ve besin zincirinin en tepesindeki hayvan olan kaplan Richard Parker nihayet sessizliğini bozarak sırtlanı öldürür ve böylece her birinin kendinden önce geleni yediği ve kendinden sonra gelenin avı olduğu besin döngüsü tamamlanmış olur. Bu saatten itibaren filikada Richard Parker’la baş başa kalan Pi, kendini korumaya alarak filikanın dışında kendisi için bir sal yapar ve korkuları ve kendi nefsiyle de yüzleşerek kaplanı uzaktan uzağa seyrederek bu yolculuk boyunca onu ehlileştirmeye çalışır. “Allah’ım rahmetini umarak, azabından korkarak kendimi sana teslim ediyorum. Yüzümü sana çevirdim, işimi sana ısmarladım, sırtımı sana dayadım. Ne olacağını bilmek istiyorum” diyerek inancında belirgin bir şekilde değişimler başlar.

Tanrı’ya inancın akılcı ve akıldışı, böylesi bir inancın ihtiyaç olup olmadığı gibi din felsefesine dair etkileyici alt metinlerinin yanı sıra görsel şöleniyle, mistisizmin doruklarına çıkaran müzikleriyle dopdolu bir seyir yaşatarak filikanın Meksika sahiline vurması ve Richard Parker’in arkasına bakmaksızın Pi’yi oracıkta terk etmesi ve Pi’nin kendini gözyaşları içinde Benito Juárez Reviri’nde bulmasıyla hikâyenin sona erdiğini düşünebilirsiniz.

Ya da revirde iki Japon eksperin kazanın nasıl olduğuna dair yaptığı sorgulamalar sonucu Pi’nin onlara ilk anlattığı naif hikâyedeki hayvanların yerine insanları koyarak anlatmak zorunda kaldığı diğer vahşi hikâyesiyle olanları sil baştan yeniden düşünmeye başlayabilirsiniz.

“Deneyime karşı anılar” bilmecesi

Bittiğinde adeta insanı koltuğuna mıhlayan filmde Pi’nin gerçeğin özünü ortaya çıkartmak için çarpıtarak anlattığı hikâyeye birlikte Daniel Kahneman’ın “Deneyime Karşı Anılar Bilmecesi” tezini hatırlamamak mümkün değil.

Hayatlarımız mutlu yaşamak ile yaşamımızdan mutluluk duymak veya yaşantımızda mutlu olmak arasında gidip gelirken deneyim ve anılar arasındaki karmaşaların tuzaklarına düşmemek söz konusu olabilir mi? Bir sanrıya odaklanmış ama ne yazık ki kendini iyi hissetme halini etkileyen durumlardan hiçbiri yaşanılan deneyimin öneminden ayrı düşünülebilir mi? Doğruya ulaşmak her zaman o kadar da kolay olmuyor elbette.

Seyircinin an be an gözlemleyerek; içinde kimi zaman kaybolduğu, kimi zaman kendini bulduğu Pi’nin hikâyesinde aslında olaylar görsel olarak aktarıldığı gibi olmamıştır. Berbat olan şey bu deneyimin anılarıdır. Aslında Pi anlattığı ikinci hikâyedeki deneyimi yaşamıştır. Ama bunun hiçbir önemi yoktur. Çünkü geride sadece bir hatıra kalmıştır; elinde kalan ve saklayacağı tek şey bu hatıradır ki o da belli ki berbat olmuştur.

İşte bu noktada tam olarak şundan söz etmeliyiz: Bir tanesi; mevcut zamanda yaşayan ve o zamanı bilen, aynı zamanda geçmişi de tekrar yaşayabilen ama aslında sadece mevcut zamana hakim deneyimleyen benliğimiz. Diğeri ise yaşam muhasebesini yapan ve deneyimlerimizin hikâyesini tutan anımsayan benliğimiz.

Anımsayan benlik bir masalcıdır. Anılarımıza karşılık gelen tepkilerle ve aniden başlar. Bu yüzden sadece hikâye anlatıyor olmak için hikâye anlatmayız. Anılarımız bize hikâye anlattırır. Deneyimlerimizden bize arta kalan şey hikâyelerdir. Ve hikâyenin en kritik noktası da nasıl bittiğidir. Sonlar çok ama çok önemlidir. Ve bu örnekte son, tüm hikâyeye hâkim olmaktadır. Pi’nin elinde biri ilham verici diğeri isyan ettirici iki hikâyesi vardır. İkisi de kendisinden istenilen şeyi açıklığa kavuşturmamaktadır.

Bu noktada hangi hikâyeye kendinizi yakın bulduğunuza bağlı olarak inandığınız şeyle de yüzleşmeniz gerekecektir. Ve niçin anılara, deneyimlere verdiğimizden daha fazla değer verdiğimiz de bizim için artık bir anlam ifade edecektir.

İzlediğimiz veya dinlediğimiz hikâyelerden hangisi gerçek olursa olsun kabul etmemiz gereken bir gerçek vardır ki o da bir çocuğun 227 gün boyunca bir filikada, okyanusun ortasında tüm tehlikelere karşı verdiği yaşam mücadelesinden mucizevi bir şekilde kurtularak normal yaşantısına devam edebilmiş olmasıdır. Belki deneyime karşı anılar bilmecesinin cevabı da budur.

Mehmet Erduğan

Subscribe
Notify of

1 Comment
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments
Hayro
9 years ago

Sondan 2, 3, 4, 5 ve 6. paragraflar Kahneman’ın Ted’in konuşmasından kopyalanmış ama yazıda bu apaçık belirtilmemiş.