Peter Straub, yakın arkadaşı Stephen King’i anlatıyor
Stephen King’i severim, şefkatle karışık bir biçimde… Özellikle şimdilerde biraz küçümsediği ilk romanlarını kıyıp da kimselere veremem mesela. Peter Straub’a ise ise ne yazarsa yazsın hayranım. Gölgeler Diyarı, Koko, Hayalet Hikayesi, Gece Odasında günümüz korku romanının müthiş örnekleridir. Daha çok okunsun, keşfedilsin isterim. İki yazarın ortak özelliğiyse birlikte iki muazzam korku romanı kaleme almış olmalarıdır: Tılsım ve Kara Ev.
Aşağıda Straub’un King’i anlattığı bir söyleşisini okuyacaksınız. İşte sevgili tontiş yazarım Straub’un meslektaşı King’e dair anlattıkları…
Birlikte iki roman yazdığınız yakın arkadaşınız Stephen King’i nasıl anlatırsınız?
Çok zeki, eğlenceli, cömert ruhlu, tutkulu bir adam. Karakterini anlatmak zor, üst üste binmiş o kadar çok katman var ki. Onda gördüğünüz şey elde ettiğiniz şey değildir, hatta aslında gördüğünüz şey bile değildir. Uff, zormuş anlatmak. Şöyle söyleyeyim, içinde sayısız oda bulunan kocaman bir malikane gibidir ve belki biraz da bu yüzden harikulade bir arkadaştır. Her zaman sizi şaşırtmayı başarır. Yazar olarak King’i soruyorsanız, olağanüstü bir hayal gücü vardır, kendini işine adamıştır ve “insan”dır.
Yazar olarak sizinle Stephen King arasındaki temel farklar ve ortak noktalar neler?
O benden daha açıksözlü, söylemek istediğini doğrudan söyleyen bir yazar; olay örgüsü ve karakter yaratma konusunda benden daha az karmaşık olmayı başarıyor. Böyle söylenince kulağa basitmiş gibi geliyor bu özellik ama aslında hiç de öyle değil. Ortak özelliklerimize gelince, ikimiz de roman denen yazınsal türe eski moda bir aşkla bağlıyız. Görkem seviyoruz, bir de tabii kötücüllüğün farklı ortaya çıkış biçimleri ikimizin de fazlasıyla ilgisini çekiyor. Mizah anlayışımızın yakın olduğunu da söyleyebilirim, çünkü bir araya geldiğimizde kimi zaman gülmekten dağıldığımız oluyor.
Stephen King’in hangi kitabını yazmış olmayı isterdiniz? Bu soruyu sizin kitaplarınız için sorsak, o nasıl yanıtlardı?
The Shining’in yazarı olmaktan müthiş gurur duyardım. Steve’se sanırım bu soruyu Shadowland diye cevaplardı. Bir de şu It meselesi var; o kitabı ilk okuduğumda çok acayip bir şeyle yüz yüze gelmiş gibi olmuştum, sanki biri benim alanıma girmişti, benim kartlarımı çalıp benim oyunumu oynuyor, üstelik bunu benden çok daha iyi yapıyordu.
Onunla nerede tanıştınız?
Londra’daki küçük, sevimli bir otelde. İlk önce bedeninin iriliğiyle dikkatimi çekti, emin olun kendisi Porter Strum’dan kat kat uzun boylu. (Porter Strum, şişman ve kısa boylu Straub’un kendisine taktığı isim; Clint Eeastwood’a benzeyen, çekici, karizmatik, gizemli bir alter ego.) Sonra kelimeleri kullanma biçimi, espri yeteneği ve zekasından etkilendim. Haftalardır buluşmaya çalışıyorduk o sırada, ama çeşitli aksilikler yüzünden bu buluşma bir türlü gerçekleşememişti. Sonunda otelin, deri ve kadife karışımı dekorasyonuyla bir erkekler kulübünü andıran barında karşılaştık. (Bu erkekler kulübü meselesi iki yazar için de çok önemli, Straub’un Ghost Story’sini ve King’in Straub’a ithaf ettiği The Breathing Method’u okuyanlar sebebini bilecektir.) Steve uzaktan elini kolunu sallayarak seslendi, hayır, aslında gürledi demem gerekiyor. Barda uzun uzun konuştuk, konuştuklarımız çoğunlukla paraya dairdi, tüm yazarlar bu konuya bayılır, inanın bana. Bir de tabii kitapları konuştuk, sevdiğimiz kitapları, hemen hemen aynı kitapları seviyor oluşumuz iyiydi. Tabii ki arada farklar vardı, mesela ben Shane Stevens’ı hiçbir zaman pek sevmemiştim, o da sanırım The Good Soldier konusunda benim kadar saplantılı değildi; ne var ki sıra Raymond Chandler’a ve başka önemli suç yazarlarına gelince iş değişiyordu, o zaman keyfimiz yerine geldi. Her neyse… Arkadaşım olacağını daha ilk saniyede hissettiğim bu coşkulu, yerinde duramayan, tutkulu, zevkli, ilgi çekici ve değerli adamla nihayet tanışmak müthiş bir şeydi.
Tılsım’ı birlikte yazdınız. Fikir kimden çıktı ve nasıl gelişti?
Tabby ile Steve bizim Londra, Hillfield Avenue N8’deki evimize gelmişlerdi. Konu o gece açıldı. Tabby ve Susan çoktan yatmışlardı, bizse iki çatlak gece kuşu olarak uyumamakta ve bira üstüne bira içmekte diretiyorduk. Birlikte bir kitap yazmalıyız dedi sanırım, ya da onun gibi bir şey. Gelgelelim yapacak başka işlerimiz, verilmiş sözlerimiz vardı, çalışmaya dört yıl sonra başlamak üzere anlaştık, hatta kesin bir tarih belirledik. Sonra işte uykumuz geldi. Arada görüştüğümüz zaman, birbirimize hatırlatıyorduk. Sonunda, belirlediğimiz tarih geldi çattı, karımla Maine’e gittik ve bir süre King’lerde kaldık. Kafamızdaki bulanık fikirler gerçek bir öykünün ayrıntıları haline geldi, ana hatlar ortaya çıktı. Steve’in lisede yazmaya başlayıp yarım bıraktığı bir masaldan yola çıkmıştık, ölmekte olan annesini kurtarmak için kutsal bir nesneyi bulmaya çalışan küçük bir çocuğun masalından. Hikâyenin önemli ayrıntılarının hepsi Steve’in eviyle Portland’daki alışveriş merkezi arasındaki yirmi millik araba yolculuklarında yaratıldı. Ama şöyle düşünün, her gün çeşitli bahaneler yaratıyor ve alışveriş merkeziyle ev arasında mekik dokuyorduk. Eve döndüğümüzde Steve daima bir şey unutmuş olduğunu fark ediyor ya da değiştirilmesi gereken yanlış bir şey almış oluyordu ve yeniden yola çıkılması gerekiyordu. Tüm bu numaralarımız gerçekten işe yaradı. İyi çalıştık yani.
Peki çalışma süreci nasıl gerçekleşti, roman nasıl yazıldı, ilk taslağı birlikte ne zaman okudunuz, düzeltmeleri kim yaptı?
Bu kez Steve’ler bize geldi. Zaten artık karımla Amerika’ya yerleşmiştik çoktan. Dört gün kaldılar, ilk on beş sayfayı birlikte yazdık. Sonra o Maine’e döndü, bu arada ben konuştuğumuz her şeyi kağıda döktüm, yetmiş sayfalık bir olay örgüsü taslağı çıktı ortaya. Derken Steve hikâyeyi kaldığımız yerden sürdürdü, bittiğini hissettiği zaman bırakıyor ve yazdıklarını bana gönderiyordu. Onun son cümlesini okuyup bitirdiğimde ben başlıyordum yazmaya. Böyle böyle bir buçuk yıl geçti. Aralıklı olarak toplam yüz ellişer sayfa filan yazmıştık. Bitmeye yaklaştığını hissettiğimizde karımla ben gene Maine’e doğru yola çıktık. Daktilonun başına dönüşümlü olarak oturarak son elli sayfayı birlikte yazdık, sonra da editörümüzü davet ettik. Nereleri atacağımıza, neleri değiştireceğimize onunla birlikte karar verdik.
Bize anlatacağınız eğlenceli şeyler var mı?
O son Maine’e gidişimizde yanıma Michel Legrand’ın After the Rain albümünü almıştım. Saksofonda Phil Woods ve Zoot Sims vardı. Daktilonun başına oturma sırası bana geldiğinde pikaba o albümü koyuyor ve diyelim ki iki paragraf yazıyordum. Steve’se yazarken Eddy Grant’in Electric Avenue albümünü tercih ediyordu. Sonra çalışma iyice hararetlendi, bir çeşit jam session oluştu, bir Eddy Grant, bir Zoot Sims. Steve demişti ki, “Hey Peter, sanki sen ve ben müzik yapıyormuşuz gibi oldu.”
Aradan on altı yıl geçti. Kitabı tekrar okudunuz mu hiç? Bugün olsaydı gene aynı yöntemle mi çalışırdınız?
Altı ay önce bir kez daha okudum. Hatırladığımdan çok daha iyiymiş. Soluk soluğa okunuyor, aynı zamanda göz yaşartıcı. Tatlı bir kitap. Tek kusuru fazla uzun oluşu. Biliyorsunuz, sonra birlikte ikinci bir kitap daha yazdık, Kara Ev. Neyse ki o daha kısaydı. Steve’le tuhaf bir bağ oluştu aramızda, artık çoğunlukla aynı şeyleri düşünüyoruz, birlikte yazıyor olmasak da… Okuduysanız biliyorsunuzdur, tek başımıza yazdığımız kitaplarda ikimiz de Herman Melville’in Bartleby’sine ve Daphe DuMaurier’nin Rebecca’sına göndermeler yapmıştık. Halbuki bu konuda hiç konuşmadık bile. Birbirinden bütünüyle farklı bu iki roman ikimizi de aynı biçimde etkilemişse, hatta yazdıklarımızda kendini hemen hemen aynı biçimde göstermişse, artık ne denebilir ki? Uğurlu rastlantı…
Kara Ev’i nasıl yazdınız?
İki ay internet aracılığıyla hemen her gün yazıştık. Sonra Steve Florida’da bir ev tuttu ve bir süre orada kalarak olay örgüsü taslağını oluşturduk. Evlerimize döndükten sonra da yazışmalarımız sürdü.
Ölüm döşeğinde olsanız Stephen King’e söyleyeceğiniz son şey ne olurdu?
Steve’e son sözlerim? Vedalaşmaya gelir umarım. Onu sevdiğimi söylerdim, onu tanımanın ve onunla çalışmanın çok zevkli olduğunu anlatırdım, sonra vakit kalırsa, ona James Ellroy’un ölüm döşeğindeki babasının son sözlerini hatırlatırdım ve tabii gülmekten dağılırdık. Sakın ısrar etmeyin, o son sözlerin ne olduğunu söyleyecek değilim size, genç okurlarınız için uygun olmayabilir çünkü.
Çeviren: Gülenay Börekçi
(James Ellroy’un babasının son sözleri tam olarak şöyleymiş: “Sana hizmet eden her garson kızı götürmeye bak.”)
Subscribe
0 Comments
oldest