Egoist okur

Ursula K. Le Guin + Omelas’ı Bırakıp Gidenler

Ursula K. Le Guin’in Omelas’ı Bırakıp Gidenler öyküsünde bir kasaba var. Kasabalının mutluluğu ve refahı, kurban olarak seçilen küçük bir kızın sonsuza dek zindanda tutulmasına bağlı. Anlaşma açık: Kız eğer özgürlüğüne kavuşursa, kasaba halkı mutluluğundan olacak… Le Guin bize bu durumu güzel güzel anlattıktan sonra, Omelas’ı bırakıp gidenlerle bitiriyor öyküsünü. Yani kızı kurtaramayan ama onun acı çekmesi sayesinde mutlu olmayı reddederek çareyi hiç olmazsa kasabadan uzaklaşmakta bulanlarla…

Öykünün çıkış noktası Dostoyevski’nin şu sorusu: “Bir kentin mutluluğu, her gün bir kızın işkence görmesine bağlı olsaydı, o kentin halkı ne yapardı?” İsmail Yaprak yazdı.

omelas ismail yaprak leguin dostoyevski egoistokur

Kasabayı terk edenler var gerçekten ama onlar bizler değiliz

Ursula Le Guin’in “Omelas’ı Bırakıp Gidenler” öyküsünde bir kasaba var. Kasabanın tüm mutluluğu ve refahı zavallı bir kızın kurban seçilmesine ve sonsuza kadar onun bir zindanda tutulmasına bağlı. Yani kasabada kalan, orada yaşayan ve eğlenen, mutluluktan ölen insanlar, bunu zindana atılan zavallı bir kıza borçlu. Anlaşma açık: eğer o kız özgürlüğüne kavuşursa, tüm kasaba mutluluğundan olacak… Le Guin bize bu durumu güzel güzel anlattıktan sonra, Omelas’ı bırakıp gidenlerin de olduğunu ekleyerek bitiriyor öyküsünü. Yani küçük kızın hayatını kurtaramayan ve onun acı çekmesi sayesinde mutlu olmayı reddeden bu insanlar çareyi hiç olmazsa o kasabadan uzaklaşmakta buluyorlar. Öykünün çıkış noktası Dostoyevski’nin sorusu: “Bir kentin mutluluğu, her gün bir kızın işkence görmesine bağlı olsaydı, o kentin halkı ne yapardı?”

Şimdi gelin bu öyküye beraberce yapısökümcü bir şekilde yaklaşmayı deneyelim. Malum, bizim ülkede edebiyat eleştirisi denince öyle çok kullanılan bir eleştiri tekniği değil. Yapısalcı, feminist, Marksist, yeni eleştirel, psikanalitik yaklaşımlar mevcut, ama ‘yapısöküm’ öyle çok sık karşımıza çıkmıyor. Bu tekniğin kurucusu Derrida, sofistike metinlere ciddi bir gözle baktığımızda ileri sürülen görüşün kendisiyle çeliştiğini iddia etmişti. Bunda yazarın başarısızlığı pek ön planda değildi; bir suçlu aranacaksa eğer o suçlu dil’di. Dil, bir kafes gibiydi ve belli bir sınırın dışına çıkmamıza izin vermiyordu. Biz aslında belli bir sınırın içinde, anlaşabilmek için kendi uydurduğumuz kurallar dahilinde debelenip duruyorduk ve bunu özellikle dikotomiler sayesinde yapıyorduk. Derdimizi anlatabilmek için biz-onlar, iyi-kötü, tanrı-şeytan gibi dikotomiler yaratıyor, ama tam da bu dikotomiler yüzünden her şeyi yüzümüze gözümüze bulaştırıyorduk.

Her neyse, Omelas halkı çılgınlar gibi mutlu. Bunun nedeni de zindanda işkence gören küçük bir kız.

Şimdi yapıyı sökmeye başlayalım ve basit bir soru soralım: Biri gidip o küçük kızı özgür kılsa, ne olur? Sabah uyandığınızda muazzam bir mutsuzluk mu sarmış olur ruhunuzu? Tüm kasaba halkı inanılmaz depresyonlara sürüklenir, intihar mı eder? Buradaki dikotomi hatasını fark ediyorsunuz değil mi? Karşımızda bir ikili var: kız işkence görürse mutluyuz, serbest kalırsa mutsuz… Buna göre mutluluk skalanın yüzde 100’ünü, mutsuzluksa yüzde 0’ını temsil ediyor ve kız özgür kaldığında bizim mutsuzluktan öleceğimiz ima ediliyor. Yani aslında bunun bir çeşit lanet olduğunu anlıyoruz. Biz mutluluktan, zevkten, şevkten, eğlenceden aklımızı kaçırıyoruz ve eğer öyleyse, o zaman zaten kızı özgür bırakmak bize ‘bağlı’ bir durum/olasılık olmaktan çıkıyor. Bizim mutluluğumuz kıza bağlıysa, biz hiçbir şey yapmadan, iradesizce, içgüdülerimizle, birer bitki gibi mutlu oluyoruz. Mutluluğumuzdan sorumlu olan biz değil de işkence gören kızsa, bizim irademiz kalmıyor ve kızın işkence görmesinden sorumlu tutulamayız.

Bu paradoksun aynısını kutsal kitaptaki ‘cennetten düşüş’ mitinde de görebiliyoruz. Adem ve Havva günahın, kötülüğün, ahlaksızlığın, ölümün olmadığı bir yerde-cennette yaşamaktadır. Henüz günah, kötülük gibi kavramlar var olmadığı için de özgür iradeye sahip değillerdir çünkü cennet sadece iyiliğin ve güzelliğin mekânıdır. Tanrı bir gün onlara “Şu ağacın meyvesini yemeyin” dediğinde Havva Tanrı’sını dinlemez ve elmayı yer. Bunun üzerine Tanrı artık sadece iyiliğin olduğu bir dünya yerine insanların iyiyle kötü arasında karar verebilecekleri bir ‘dünya’ yaratır ve ceza olsun diye onları yeryüzüne indirir. Oysa ağaçtan yiyip yemeyeceklerine karar verebiliyorlarsa Adem ile Havva zaten cennette değil demektir, çünkü cennette irade yoktur. Buradan ortaya çıkan sonuç şudur: Adem ile Havva ya asla cennetten çıkmamıştır (çünkü çıkma şansları yoktur) ya da çıktılarsa zaten çıkdıkları yer cennet değil bizzat dünyadır ki o zaman cennet asla var olmamıştır.

Le Guin’in öyküsü ve genelde Dostoyevski’nin sorusu da aynı dikotomi hatasından mustarip. Kasaba halkı çocuğun işkence çekmesine bağlı bir mutluluğu yaşıyorsa bu mutluluk kendilerine bağlı değil demektir, yani o kasabada irade yoktur, kasaba bir nevi ‘cennettir’, dolayısıyla da hiç kimse çocuğun özgür kalmasını sağlayamaz. Ama tıpkı cennet mitinde olduğu gibi bu paradokstan çıkılıp çocuk özgür bırakılırsa, bu sefer de iradesizce mutsuz oluruz. Yani bu anlamda mutsuzluğumuzdan da biz sorumlu değiliz, sonsuza kadar hayatımızı depresyonda geçireceğiz ama bunun nedeni biz değil, özgür bırakılan çocuk olacak. Bu durumda da mutlu olmakla mutsuz olmak arasında fark kalmayacak. Gördüğünüz gibi önümüze koyulan ikiliden birinin diğerinden daha pozitif tarafa düşüyor görünmesi koca bir yanılsama çünkü var olan yapı kaygan ve gevşek, sürekli iç içe geçiyor. Dolayısıyla bu metne Derridacı açıdan yaklaştığımızda önümüze konan “ya / ya da” ikilisinin, biz bir seçimde bulunmadan kendi kendini söktüğünü görüyoruz. Yazar ne kadar çabalarsa çabalasın bu dikotominin dışına çıkamıyor ve metin boşa düşüyor.

Bu metnin kendisiyle çok uğraşan ve fazla dırdır eden metin analizinden sıkıldıysanız, tıpkı kendisiyle çelişmesine rağmen muhteşem bir mesaj veren cennet mitinde olduğu gibi, bu sefer daha eğlenceli bir metin analizine girişebiliriz. Sonuçta Dostoyevski’nin sorusu kendisiyle çelişebilir ama açıkça bir şey anlatmak istiyor, bir şeyi irdeliyor. O halde bu sefer gelin bir ideoloji kritiği yapalım:

Öyküde herkesin mutlu olduğu bir kasaba var ve bunun nedeni işkence gören küçük bir kız…

İnternette küçük bir araştırma yaptığınızda bu duruma itiraz eden kişilerin sayısı hayli fazla. Kimisi Omelas’ı terk edenlerin tarafını tutarken kimisi kasabadan gitmeden kızın özgürlüğü için savaşılması gerektiğini savunuyor. Genel söylemi şöyle özetlemek mümkün: “Küçük bir kızın işkence gördüğünü bile bile, o kasabada mutlu bir hayat süremem.” Bir örnekle başlayayım: Kubrick’in filmi ‘Clockwork Orange’ta, şiddete meyilli karakter Alex’i ıslah etmek için hapishaneye yolluyorlar ve hapishanede bir rahip Alex’e doğru yolu bulması için İncil’i okumasını vaaz ediyor. Alex’in İncil’i okurken hayal kurduğunu, hayalindeyse kendini İsa’yla değil İsa’yı kırbaçlayanlarla özdeşleştirdiğini görüyoruz! Belirlenen ideolojinin eleştirisi için Alex’e verilen metin, Alex’in zihniyeti tarafından sorgulama değil arınma aracı işlevi görüyor ve metin amacının dışına taşıyor. Sorgulatma fırsatı verdiğini düşünsek de bu öykünün (ve hemen her metnin) durumunun da aynen böyle olduğunu düşünüyorum. Nasıl mı?

Öyküyü okuyan hemen herkes adam öldürmek, işkence yapmak, tecavüz ve benzeri davranışların ‘kötü’ tarafta olduğuna dair içselleştirilmiş bir değerler sistemine sahip, dolayısıyla da öyküyü okur okumaz kendini ‘gerçekte’ olduğu haliyle değil, normatif (yani olması gereken) haliyle görüyor ve hemen çocuk işkence görürken eğlenen kasaba halkını ‘kötü’ tarafa yerleştirip kendini ‘iyi’ tarafa koyuyor. Oysa bu öykünün ve orijinal sorunun nedeni, tam da çocuk işkence görürken eğlenen insanların varlığı… Ama biz zaten bu gerçeklikten kaçmak için bir fantezi dünyası yaratıyoruz ve gerçekliği hatırlatmak için bize sunulan bu metinleri fantezi nesnemiz haline getiriyoruz. Hâlbuki çocuk işkence görürken o kasabada yaşayamayacağını iddia eden insanlar tam da bunun bir kurgu değil gerçeklik olduğunu bilmezlikten geliyorlar. Öykü başında herkes sevgi kelebeği kesilip o çocuğa acıyor ama işe giderken metrobüs duraklarında her gün aynı çocuğu gördüğünde tek yaptığı başını öbür tarafa çevirmek… Çünkü tam da öyküdeki gibi o çocuk/lar sayesinde mutlu ve huzurluyuz. Yani kasabayı terk edenler var gerçekten ama onlar bizler değiliz. Biz, o çocuk işkence görürken ölümüne eğlenen kasaba halkıyız. Bu yüzden bize bu gerçeği hatırlatmak için yazılan bu öykü, tam tersine bizim bu gerçekliği tekrar bilinçaltına yollamamıza veya zaten bastırdığımız gerçekliği fanteziyle örtmemize yarıyor. Fantezimizde kızı kurtarıyoruz, öyküyü okuyunca kendimizi kasabadan kaçanlarla özdeşleştiriyor ve harika hissetmeye devam ediyoruz. Slavoj Žižek, Etyen Mahçupyan gibi düşünürler, böyle durumlarda “Eğer koca kasaba halkı mutlu olacaksa küçük kızın işkence görmesine ses etmemek lazım” diyerek “kötü çocuğu’ oynamayı seviyorlar. Onlar insanları normatif olandan gerçek hayata çağırmayı ve bu öyküyü okurken Omelas’tan kaçanlarla değil kasabada eğlenenlerle özdeşleşmeyi öneriyorlar. Aksi takdirde, İdeoloji, ideolojiden kaçmak ve arınmak için yapıldığında dahi ideoloji üretiyor ve zincire vurulmuş, gerçeklerden kaçan gündelik insan bu tip ‘sorgulayıcı’ öyküler sayesinde arınma ve günah çıkarma fırsatı yakalıyor.

Öyküye adını veren kasaba, Salem, Oregon‘un tersten yazılışıyla elde edilmiş. Bu bile başlı başına önemli, çünkü bizler, tıpkı öykünün adı gibi hayatın kendisini de, sırf fantezimiz bozulmasın diye tersinden okuyoruz. Yapmamız gereken şey kendimize mesafe almak (Mahçupyan) ve hayata biraz yamuk bakmak (Slavoj Žižek).

İsmail Yaprak

Subscribe
Notify of

14 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments
10 years ago

Çok başarılı bir değerlendirme. Kutlarım.

Sayın İsmail Yaprak’ın bu tür yapısökümcü çalışması metnin gerçek iletisi ve ruhunu kazıp bulmada gerekli bir çalışma. Ne yazık ki uygulamaları az. Çoğalması dileğiyle.

09.Kasım 2010 Tarihinde öyküyü Uzun Hikaye’de okuyup değerlendirmiştik. Karınca kararınca.
http://uzunhikaye.org/icerik/ursula-k-le-guin-omelasi-birakip-gidenler-1360

Uygar
10 years ago

Çok önemli bir bakış açısı. İzninizle bir iki kelam etmek isterim üzerine. Soruyu çelişkiler üzerine kurduğumuzda hapsedilen (ya da Dostoyevski’nin deyişiyle işkence gören) kızın varlığı, kasabadakilerin iradelerinin yok olması anlamına mı gelmektedir yoksa iradelerini isteyerek ve bilerek yok saymayı mı tercih etmişlerdir? İrade eğer hem bilinç hem de bilinçdışı ile şekilleniyorsa kasabadakilerin iradelerinin olmaması mümkün değildir. Sadece iradelerinin bilincinde olmamaları daha doğrusu iradelerini bilinçleri ile yönetmedikleri hali söz konusu edilebilir. Yine aynı yöntemi kullanırsak bu yöntemle yaptığımız değerlendirme de kendi içinde sadece bilincin kontrolündeki bir dünya tasavvuru içinde tutarlı kalabilir. Yazıdaki cennet örneklemesindeki yasak ağaçtaki elmanın yenmesine dair yasak sadece… Read more »

ismail
10 years ago
Reply to  Uygar

Yapı sökümcü okumaları felsefede yapmak hem daha keyifli hem de daha olağan aslında. Çünkü felsefede bir şeyleri öne sürmek, bir iddiada bulunmak için yola çıkıyorsun, dolayısıyla ortaya attığın iddianın çelişmez olması, argümanını sağlam kurması gerekiyor. Oysa Derrida, felsefe metinlerinde, verdiği ünlü filozofların örneklerinden de anlaşılacağı üzere, daha çok çelişki bulunduğunu rahatlıkla bize gösterebilmişti. Yine de büyük bir hevesle, bu uygulamayı edebiyata taşımak hem beyin egzersizi hem de bol eğlence demek. O yüzden ne olursa olsun biz de eğlenmeye devam edelim derim.

Sevgiler.

Uygar
10 years ago
Reply to  ismail

Şu kadarını söyleyeyim… Uzun zamandır kafamı açma konusunda açık ara en iyi metinlerden biriydi bu metin… Ben yorum yazarken de okurken de çok eğlendim… Arada denemek gerek… ;)

ismail
10 years ago
Reply to  Uygar

birader bir twitter, facebook olmadı mail adresi alak mı birbirimizden? ismail_yaprak (etyiyen mahlukyan) benim twitter adım. bildirirsen sevinirim.

nergis percinel
10 years ago
Reply to  ismail

Oykude (belki ceviriden olabilir) cocugun cinsiyeti belirtilmemistir (ingilizce metinde cocuk “it” olarak gecmektedir). Cocugun ne yası ne de cinsiyeti bellidir.

can
9 years ago

Yazıda “Anlaşma açık: Eğer o kız özgürlüğüne kavuşursa, tüm kasaba mutluluğundan olacak…” deniyor. Açık mı sahiden ya da bu bir anlaşma mı? Sanmıyorum!

Hazal
8 years ago

Bu hikayede Omelas’i birakip gidenlerin “iyi” olarak onerildigini dusunmek yine mantik dinamikleri icinde bir on kabul ile yaklasmayi gerektiyor. Yapi sokumcu okuma edebiyatta da sik sik uygulanir . Yanlizca bir zihinsel eglence olarak degil ayni zamanda da modern- ve post modern edabiyatta ozellikle bilincli bir arac kimi zaman bir amac olarak kullanilmistir. Ancak yapisokumcu okumanin edebiyatta yetersiz kaldigina katilirim. Hele ki Ursula Le Guin gibi dili ve kurguyu kavrayamadigimiz, mantik duzlemedinde acikalayamadigimiz, sembolik araclarla (dil vb) aktaramadigimiz seyleri anlatmaya ve bir ideoloji kurgulamadan aslinda bu seylerin son derece goreceli ve degisken oldugunu bu sebepten alternatiflerinin olabilcegini gostermek/ aktarmak icin kullanan… Read more »

Nur
8 years ago

Merhaba acaba kitabı alıp, okudunuz mu? En son yazan siz olduğunuz için size sormak istedim kitabın içinde Omelas ı anlatan öykü.var mıydı? Kitabı almayı düşünüyorum ama öykünün hangi kitapta olduğunu bir türlü bulamadım, teşekkür ederim şimdiden

[…] Öyküsü”http://omelası bırakıp gidenler ile apaçık bir ikiyüzlülüğü serdi önümüze. Zizek ‘in değerlendirmelerine konu oldu sonra bu […]