Egoist okur

TREVANIAN’ı kızı anlattı: “Babam gülümseyişiyle odayı aydınlatırdı”

Leaving Sophie Dean adlı romanı E Yayınları’ndan çıkan Alexandra Whitaker, Reagan döneminde Amerika’yı terk ederek İspanya’nın Bask bölgesine yerleşen emekli sinema profesörü Rodney William Whitaker’ın kızı.

Bu söylediğim sizin için bir şey ifade etmediyse, sıkı durun, açıklayayım: Alexandra’nın babası, sizin Trevanian diye bildiğiniz adam. Yani Şibumi, Katya’nın Yazı, Kasaba, Hesaplaşma gibi über-başarılı, tekrar tekrar okunası romanların efsane yazarı. Ben tabii bunu öğrenince hemen Alexandra’dan bir röportaj istedim.

İşte muhteşem Rodney William Whitaker’a, yani Trevanian’a dair bilmediğiniz her şey. Politik görüşleri, gündelik alışkanlıkları, yazma ritüelleri, şakacılığı ve edebiyat tutkusu. Üstelik kızının ağzından. Hatta acayip yakışıklı çıktığı bir fotoğrafı eşliğinde…

Gülenay Börekçi

Şibumi: Huzurlarınızda Nicolai Hel

Alexandra Whitaker: “Aşkta sonsuz bağlılık diye bir şey yok!”

“İsmi ve yüzü olmayan bir yazarın kitabının satış rekorları kırabildiğini herkes gördü”

Benim ülkemde de çok sevilen babanızı, Trevanian’ı konuşalım… Zira okurları ona hala büyük hayranlık duyuyor ve hakkındaki birçok şeyi merak ediyor. Mesela neden takma isimle yazıyordu? Bu onun için bir oyun muydu yoksa gereklilik mi? Öte yandan babanız romanlarının orasına burasına gerçek kimliğiyle ilgili ipuçları sepiştiriyordu, Şibumi’de, Hesaplaşma’da Rodney Whitaker’la, yani bizzat kendiyle alakalı pasajlar yer alıyor. Nicholas Sears ve Edouard Morin gibi başka takma isimler de kullanmış. Sears’ın Ortaçağ’da geçen alegorik öyküleri muhteşemdir.

Sorunuzun cevabı çok basit: Babam uzun yıllar üniversitede hocalık yaptı ve akademik yazılarını, kitaplarını gerçek adıyla yayınladı. Bir karışıklık olmaması için de romanlarında başka isimler kullandı. Aslında sadece gerilim, polisiye gibi türlerde Trevanian adını kullandı. Fakat aklında aşk, western, korku gibi başka türlerde de yazmak fikri hep vardı, çünkü belirli bir türün sınırları içinde sıkışıp kalmak ona göre dünyanın en sıkıcı şeyiydi. Yayıncılarıysa başka alanlara el atmasını istemiyordu.

Neden istemiyorlardı?

Sanırım polisiye ve gerilim türlerini ticari açıdan çok daha avantajlı buluyorlardı. Babam içinde gerilim bulunmayan romanlarını, öykülerini Trevanian adıyla bastırmakta güçlük çekeceğini anlayınca kendine yeni isimler seçti. Siz de okumuşsunuz, Nicholas Sears’ın kitapları içerikleri ve anlatımları bakımından Trevanian romanlarına hiç benzemiyor. Eduard Morin’se bütünüyle ayrı hikaye… Babam, Kasaba adlı romanını Morin imzasıyla yayınlayacaktı. Fakat yayıncısı buna izin vermedi. Babam da kitabını isimsiz yayınladı. Müthişti. İsmi ve yüzü olmayan bir yazarın kitabının satış rekorları kırabildiğini herkes gördü. Kitap, bu çarpıcı başarı üzerine yeniden, bu kez Trevanian imzasıyla basıldı.

Hakkında sayısız efsane üretilen bir yazarı konuşuyoruz. Bir ara onun aslında Robert Ludlum olduğu söylendi. Bazıları buna karşı çıkarak Trevanian’ın bir grup yazarın ortak adı olduğunu iddia etti. Başka söylentiler de yayılmıştı. Güya babanız bir CIA ajanıymış. Ne diyordu bunları duyunca?

Bu rivayetler bizi eğlendiriyordu. Ama tabii babam kendinden daha kötü bir yazarın Trevanian olduğunu iddia ettiklerinde biraz öfkelenirdi. Siz Ludlum rivayetlerini duymuşsunuz, biz daha kimleri duyduk, bilseniz…

Babanız, Ludlum rivayetleri çıkınca, “Bu adamın kim olduğunu bile bilmiyorum. Zaten 20. yüzyıl edebiyatçılarının çoğunu tanımam; Proust hariç!” diye bir açıklama yapmış.

Şöhret babam için önemli sayılmazdı. Ama satışları önemsiyordu. Türkiye’de ne kadar sevildiğini, okunduğunu da biliyordu. E Yayınları’yla çalıştığını, aralarında iyi bir ilişki olduğunu biliyordum. New York’taki ajansımla romanımla ilgili yabancı yayınevlerinden gelen teklifler üzerinde konuşuyorduk ve Leaving Sophie Dean’in Türkiye’de babamın yayınevi tarafından basılması gerektiğini biliyordum.

“Babam hiçbir zaman sıradan biri gibi görünmedi”

Nadir röportajlarından birinde, Marlon Brando, Al Pacino, Robert de Niro gibi aktörlerin yararlandığı “metot oyunculuğu”nu yazarlığa uyarladığını söylemiş babanız. Bir kitabı yazmaya başlamadan önce “Bunu kim yazmalı?” diye düşünüyor, sonra da Trevanian, Sears veya Morin gibi alter egolarından birini seçiyormuş…

O yüzden bu kadar farklı isimde yazdı ya zaten. Yazar olarak kullandığı isimlerin farklı karakterleri, alışkanlıkları vardı. Aslında hayat hikayeleri, geçmişleri, sesleri, görünüşleri, her şeyleri farklıydı… Babam önce hikayeyi nasıl birinin yazacağını belirliyor, sonra da bu karakterin başka bir ismi olması gerektiğini bilerek masa başına geçiyordu.

Siz romanınızda bu yöntemden yararlandınız mı?

Hayır, açıkçası bana uygun bir yöntem değil. Benim yaptığım anlatıcının tonunu belirlemek, o kadar. Tabii şu da var, aslında yazarlık özellikle diyalogları yaratırken epey bir oyunculuk yeteneği gerektirir.

Ne garip durum! Dünya çapında ünlü birinin kızıydınız ama bunu kimse bilmiyor, çevrenizdeki herkes onu sıradan bir adam sanıyordu…

Çocuklar sırlara bayılır. Onun gizli kimlikleri olduğunu bilmek bizim için büyük eğlenceydi. Ama sırrını hiçbir zaman açık etmedik. Komşular, arkadaşlarımızın şüphelenen aileleri falan tarafından sorguya çekildiğimiz zamanlarda bile. Fakat lütfen sorunuzda bir şeyi düzeltmeme izin verin… Babam hiçbir zaman sıradan bir adam gibi görünmedi.

“Gülümseyişiyle odayı aydınlatan insanlardandı”

Babanız “kurumsallaştırılmış vasatlığından” nefret ettiğini söylediği Amerika’yı ne zaman ve neden terk etti?

Reagan iktidarı sırasında… O yıllarda ABD’nin içeride ve dışarıda yaptıkları onu çok üzüyordu. Keşke Obama’nın başkan seçildiğini görebilseydi. Gerçi Amerika siyasal açıdan onu büyük hayal kırıklığına uğrattı ama o coğrafyaya ve insanlarına sevgisinde bir azalma olmadı.

Babanıza büyük bir hayranlık duyuyorum, dolayısıyla sizi bulmuşken biraz daha sormak istiyorum… Nasıl biriydi Rodney Whitaker, ne bileyim, nasıl bir hayatı vardı, yazma alışkanlıkları nelerdi?

Sürekli farklı yerlere taşındık, farklı evlerde yaşadık. Ama o evlerin hepsinde babam daima, aralıksız yazdı. Ortalık daktilosundan gelen seslerle çınladı. Gökgürültüsü gibi. Evi adeta sarsarcasına. Belki çocuk olduğumuz için bize öyle geliyordu, kim bilir. Yazarken kendi kendine sürekli bir şeyler mırıldanır, koltuğunda pozisyon değiştirip dururdu. Mimikleriyle, jestleriyle de yazdıklarına eşlik ederdi. Bazen çalışma odasına sessizce girip ona akşam yemeğinin hazır olduğunu söylememiz gerekirdi ama duymamış gibi sürdürürdü.

Peki yazmadığı zamanlar nasıl bir babaydı?

Çok tatlı, oyuncu ruhluydu. Kimi zaman bir öğretmen gibiydi, çocuklara karşı sonsuz sabrı vardı. Hikaye anlatmayı seven, büyüleyici ve yakışıklı bir adamdı. Ama ruh hali değişken olabiliyordu, çabuk öfkelenirdi. Bilhassa kendini yetersiz hissettiği konularda, özellikle sosyal adaletsizlik gibi meseleler karşısında. Dağcılık, mağaracılık gibi sporlara düşkündü ve bu konularda çok iyiydi. Deri ceket giyer, motosiklet kullanırdı. Bilirsiniz, gülümseyişiyle odayı aydınlatan insanlar vardır, babam onlardan biriydi.

“Gizemli dahi pozları takınmazdı”

Babanız Yirminci Mil’i, otobiyografik özellikler taşıyan romanı İnci Sokağı’nı ve henüz yayınlanmamış Street of the Four Winds’i yazarken ona asistanlık yapmışsınız…

Sağlığı iyice kötüleşmişti. Bu yüzden son birkaç romanını yazarken ona yardım ettim. Onları yine kendi yazdı elbette. Benim rolüm sadece sohbetlerimizde söylediklerini not almak ve sonradan gerekirse ona hatırlatmak şeklindeydi. Yazmanın ekip işi olmadığını ikimiz de biliyorduk. Fakat bu konuda ondan çok şey öğrendim, çünkü harika bir öğretmendi ve ‘gizemli dahi’ pozları takınmazdı. Çalışırken çok eğlendiğimizi hatırlıyorum, kimi zaman gülmekten gözlerimizden yaşlar gelirdi. Sonra “Hadi tatlım, şimdi biraz ciddiyet” derdi.

Ondan yazmaya dair aldığınız bir dersi anlatır mısınız?

Leaving Sophie Dean’e başladığım günlerdeydi. Bir gün hiçbir şey yazamadım ve bunu ona anlattım. “Bazı günler daha iyi yazar olunur, bazı günler kötü” dedi. “Ama her durumda iyi okur olmamız gerekir. Dolayısıyla bugün sen dur, içindeki okur çalışsın… Şimdiye kadar yazdıklarını oku ve kendine ‘Şimdi hangi cümle beni mutlu eder?’ diye sor. Sonra da oturup yaz.”

“Önce sesli harfleri yazıyorum!”

Alexandra Whitaker babasının sabırsız ruhunu ve şakalarını internet sitesinde şöyle anlatıyor: “Bir yere yemeğe davetliydik. Bir kadın ona ‘Nasıl yazdınız bütün o kitapları’ diye sordu. Böyle sorulara hiç gelemeyen şakacı babam, çaktırmadan bana göz kırparak ‘Önce sesli harfleri yazıyorum, sonra sessizleri uygun yerlere yerleştiriyorum. Bir keresinde bu sırayı tersine çevirip önce seslileri, sonra sessizleri yazmayı denedim ama sanırım pek işe yaramadı’ diye cevap verdi. Gülmemek için kendini zor tutuyordu. En komiği kadının ‘Ah, anladım, o yüzden bu kadar mükemmeller’ diye mırıldanmasıydı.”

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

8 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments
Dilek V.T.
11 years ago

Çok güzel olmuş, kalemine, aklına, gönlüne sağlık arkadaşım…

D.G.
10 years ago

Güzel röportaj.teşekkürler…

didem
10 years ago

Amerika’yı terk ederek İspanya’da Bask bölgesine yerleşmesi okur için bir şey ifade etmiyorsa zaten o okur Travanian ile tanışmamış demektir.

[…] TREVANIAN’ı kızı anlattı: “Babam gülümseyişiyle odayı aydınlatırdı” […]

[…] Yıllar sonra İspanya’da yaşayan ve kendi de romancı olan kızını buldum ve ona babasını anlattırdım. Hatta babasının bir fotoğrafını bile aldım, linki burada. […]

Yasemin Özlem Durmaz
9 months ago

Emeğinize sağlık .Harika bir yazı .