Kutlukhan Kutlu: “Korku edebiyatı okura korkularında yalnız olmadığını gösterir”
Eleştirmen Kutlukhan Kutlu, Alberto Manguel, J.K. Rowling gibi yazarların yapıtlarının çevirileriyle de tanınıyor.
“Korku edebiyatı okura korkularında yalnız olmadığını gösterir”
Bildiğimiz edebiyatın sınırları içinde korku edebiyatı yapılamıyor ya da korku türü çok farklı bir edebiyatı gerektiriyor sanki. Bir yapıtı korku romanı diye nitelemek için hangi özelliklere sahip olması gerekir, ölçütleri ya da sınırları nelerdir?
Bence korku edebiyatının bu konudaki sorunu, katı bir “tür edebiyatı” olarak görülmesinden kaynaklanıyor. Halbuki korku edebiyatı, adı üstünde, sadece bir “his”e dayandığı için, bu hissi şu ya da bu şekilde uyandırmaya yönelik herhangi bir öyküyü içerebilir ve pekâlâ herhangi bir biçim altında yapılabilir. Özellikle kısa öykü alanında, yani bugün korkunun klişeleri olarak algıladığımız unsurların vaktiyle tekrar tekrar kullanılıp perçinlendiği alanda, türe alışılmışın çok dışında bir şekilde yaklaşan, “aşina unsurlar”a hiç yüz vermeyen eserler var. Zaten kısa öykü formatı, korkunun çekirdeğini oluşturan hissi daha konsantre ve etkili sunabiliyor gibi gelmiştir bana her zaman. Kısa öykülerde hem korkunun “standart”larının yeniden yorumlanışını görebiliyorsunuz, hem de öykü anlatarak korku uyandırmanın yepyeni çeşitlerini. Ayrıca “korku” hissinin içeriği konusunda farklı anlayışlar da görebiliyorsunuz öykülerde: bazen şok, bazen katıksız dehşet, bazen yakanızı bırakmayan bir huzursuzluk, bazen koyu bir kuşku… Korku denen türün içinde size hepsini etkileyici bir şekilde sunan yapıtlar bulabiliyorsunuz.
Dünyada korku türü epey uzun bir süre boyunca yeraltı edebiyatının alanındaydı. Son birkaç yıl içinde anaakım içinde de yer almaya başladığını görüyoruz. Bu, türün doğasına aykırı bir durum sayılabilir mi? Ya da türe katacağı şeyler nelerdir?
Aslında korku, kökeni itibariyle yeraltı edebiyatı değil. Modern korkunun atası olarak gösterebileceğimiz gotik edebiyat yeraltı edebiyatı değildi; hatta yine türle akraba sayılabilecek 19. yüzyıl skandal öyküleri de yeraltı edebiyatı değildi. Popüler öykü türleriydi bunlar. Öte yandan, korkunun her zaman kendi içinde çokça etkileşen, kendi geleneğinden çok beslenen bir tür olduğu, bu yüzden de sık sık “kendi ayrı kulvarı”na sahipmiş (hatta edebiyat değilmiş) muamelesi gördüğü) söylenebilir. Ancak artık şu postmodern atmosferde, korku türü ‘50’ler Amerika’sındakiyle aynı şekilde algılanmıyor tabii. Aslında bu, 20. yüzyılın ilk yarısında seri şekilde üretilmiş ve “ucuz” tabir edilen mecralarda yer bulmuş bütün türler için geçerli (mesela suç öyküleri). Anaakıma geçişe gelince; korku, doğası gereği çok farklı suretlere sahip olabildiği için, aslında bu konuda en ufak bir sorunu yok. Bence sorun ters yönde işliyor: “Anaakım pazarlama”, korkuyu bir nevi “edebi getto” olmaya, kendini kalın çizgilerle tanımlamaya teşvik ediyor. Hareket alanı açıldıkça, korku türünde aslında ne kadar farklı ve özgün ürünlerin verilebileceği, kendi zenginleşmesinden öte, anaakım dediğimiz çizgiyi ne kadar zenginleştirebileceği iyice ortaya çıkacak bence.
Türk edebiyatında ise bir çeşit “çorak ülke” olma hali göze çarpıyor; yani genelde fantastik edebiyat, özelde korku edebiyatı örneklerine çok nadir rastlıyoruz. Bir de (sırf bu dosyayı hazırlarken bile) hissettim ki tuhaf bir dışlama, hatta aşağılama var. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Korkusuz bir millet miyiz, yoksa korkularımızı kurcalamaktan bile korkuyor muyuz?
Bence bu durum Türk okuma kültüründe fantastik edebiyatın hâlâ, çok eskiden ithal edilmiş gözlüklerle görülmesinden kaynaklanıyor. Korku türünün ve genel olarak fantastik edebiyatın “edebiyat olmadığı” şeklindeki bu kadim görüş, dünyanın aksine Türkiye’de pek de zayıflamış değil. Ben ayrıca bu durumun Türkiye’de okuma etkinliğinin, herkesin sıradan bir günün parçası olarak yaptığı bir şey değil de, biraz “kültürel efor” gibi algılanmasından, kendini benim tuhaf bulduğum biçimlerde seçkinleştirmeye meyletmesinden de kaynaklanıyor olabileceğini düşünüyorum.
En eski olanlardan en yeni olanlara dek edebiyatta korkunun temelinde cinsellik ve din var. Oysa korku bir yana, doğrudan bu iki tema üzerinde gelişen edebiyat yapıtlarına da bizde pek sık rastlanmıyor. Korkuyu harekete geçiren alanlar bizde zaten tabu sayıldığı için bu türe ağırlık verilmemiş olabilir mi? Hatta daha ileri giderek bizde çeşitli nedenlerle “kutsal olanı tahrip etme duygusunun” yeterince gelişmemiş olduğunu söyleyebilir miyiz?
Aslında muhafazakâr toplumlarda korku her zaman popüler olmuştur; Amerika’da türün popülerliği bunun önemli bir örneği bence. Çünkü tabu yıkıcı olduğu kadar, tabu koruyucu da olabiliyor korku; türün başlıca malzemelerinden biri de yeni kuşağın kendini üzerinde bulduğu muhafazakâr zeminle çatışması değil mi zaten? Bana bizde bu çatışma bir şekilde doğal seyrinde yaşanamıyormuş gibi geliyor; belki genel olarak “çatışma” mefhumu konusunda kafamızın karışık olmasındandır bu, özellikle de fikirler söz konusu olduğunda. Bu yüzden çatışmanın kendisi olsa da, korku edebiyatının teşkil ettiği türden soyut ve kişisel ifadesi pek üretilmiyor, en azından edebiyatta. Belki buna edebi açıdan bir tür bastırma atmosferi denebilir, yoksa şüphesiz hepimizin güçlü bir şekilde ifade edilebilecek korkuları vardır.
Cinsellik ile korku, din ile korku arasındaki bağlantıları siz nasıl kurarsınız? Korku edebiyatının nihai olarak vardığı yer ölümle hesaplaşmaksa, din ve cinsellik insanın ölümle hesaplaşmasına en çok olanak sağlayan alanlar mıdır?
Korku edebiyatı gücünü bence biraz da korkularımızda yalnız olmadığımızı keşfetmenin yarattığı bir tür paylaşım rahatlığından alıyor. Paylaşılan bu korkuların en muazzamıysa ölüm. Dolayısıyla, elbette korku edebiyatında ölüm fikrine ve onunla bağlantılı algılara dair korkuların samimi, güçlü ve özgün ifadelerinin çok önemli bir yeri var. Cinsellik ve din ise, belli açılardan, ölüm muammasıyla başa çıkmak için birer araç olarak görülebilir. Çünkü nihayetinde ikisi de kendi içinde bir tür ölümsüzlük vaadinin anahtarları. Ve ölümün yarattığı gizem duvarına sürekli toslayıp kendimizi harap etmenin iki etkili panzehiri. Öte yandan, bence cinsellik ve dinin korkudaki öneminin başlıca sebebi, yine nihayetinde bu konuların birer tabu olması. Çünkü din ve cinsellik tabuları aslında bir taraftan korku motifleriyle korunurken, öte taraftan yine korku motifleriyle yıkılmaya çalışılıyor. Hatta korku türü, bence edebiyatta bu çatışmanın en faal arenası.
Gülenay Börekçi, Tolga Meriç
Subscribe
0 Comments
oldest