Orhan Pamuk: “Şimdi biz kime âşık olacağız, kime baba diyeceğiz?”
Mülakatı gazetede okumuş olabilirsiniz. Fakat orada okuduğunuz, Orhan Pamuk’la sohbetimizin sadece bir bölümüydü. Geri kalanları da ekledim ve içim rahat etti. Şimdi artık tamamını okuyabilirsiniz…
Ernest Hemingway’in “İhtiyar Adam ve Deniz”inden, “babası” Kemal Tahir’den, İkinci Yeni şairlerinin arkadaşlığına benzer bir yakınlık kurabildiği romancı arkadaşlarının olmamasına ne kadar üzüldüğünden, zihnimizin oyunlarına kanıp rüyalarımızda yanlış filmler çekip durduğumuzdan, şehrin babamızdan ve iktidardan kaçabileceğimiz tek yer olduğundan, günümüzde renklerle ilişkimizi nelerin zayıflattığından, kırmızının çağrıştırdıklarından bahsetti… Roman ve romancılık üzerine konuştu; yazarken “saflığını” hangi zamanlarda konuk ettiğini, gelen tesadüfleri “düşünceliliğiyle” nasıl şekillendirdiğini, toprağı ne kadar derin kazarsa kazsın, “suyu bulamadığında” ne hissettiğini anlattı… Okura, işini kolaylaştıracak bir ipucu bile verdi. (Gerçi bunu -ilerleyen sayfalarda olacakları açık etmemek adına- epey görünmez bir yere gizledim, sanıyorum.)
Anlayacağınız, “Kırmızı Saçlı Kadın”ın yazarı, diyabet problemi yaşadığım, zihnimi toplamakta ve gözlerimi açık tutmakta bile zorlandığım berbat bir günümde olmama rağmen, en saçma olanlar dahil bütün sorularımı cevapladı. Orhan Pamuk, biraz da bu yüzden, yani mülakat verirken temkinliliği elden bırakmayı göze alabildiği, samimiyetsizliğinden bile samimiyetle söz edebildiği için Orhan Pamuk. Kendisine teşekkür ederim…
Gülenay Börekçi
Egoist Okur’daki diğer Orhan Pamuk röportajları
♣ “Kendimi hep bir günahkâr olarak gördüm” ♣ “Aşkın tarifinde sebebini bilmemek de var” ♣ “Ruhum ikiye bölünmüştü, şimdi birleşti”
Fotoğrafları Ece Oğultürk çekti.
“Liberal, hoşgörülü siyaseti aslında, politikacılar değil, romancılar yapıyor; Dostoyevski’ler…”
Renklerle meşgul olmayı seven Orhan Pamuk, “Beyaz Kale”, “Kara Kitap” ve “Benim Adım Kırmızı”nın ardından şimdi “kırmızı” isimli ikinci kitabı “Kırmızı Saçlı Kadın”la okur karşısında.
Kendi adıma, romanda en sevdiğim şu oldu: Bir bölümde, saçları doğal kızıl olan bir kadınla boya kızılı esas kadın karşılaşıyor. Saçlarını boyayan, “Onunki sadece tesadüf, bense böyle olmayı kendim seçtim” diyerek kurtarıyor gururunu. Ama tam kurtaramamış olacak ki o günden sonra artık saçlarını boya yerine kınayla renklendirmeye başlıyor.
Orhan Pamuk’la mülakatımıza bir soruyla değil, bu kısmın beni hem eğlendirdiğini hem de bunda onun edebiyatçılığını -ve benim de okuma tercihlerimi- açıklayan bir yan bulduğumu söyleyerek başladım. Yıllar önceki ilk sohbetimizde, “Samimiyet istiyorsanız başka romancıları okuyun. Ben çok gayrısamimiyim; hilem samimiyetsizliğimi samimiyetle yapmaktır” dediğini de hatırlattım. Buradan devam ettik…
Kırmızı Saçlı Kadın romanın bir yerinde, “Saçlarımı kınayla boyamaya başlamasaydım eğer, Cem beni hiç fark etmeyebilirdi” diyor, neden?
Eh, anlaşılır bir şey, kına doğal bir malzeme, o da kendini böyle daha iyi hissediyor. Ben sorayım: Kırmızı saçlı olmayı seçmek sizce samimiyetsizlik mi?
Hayır, öyle düşünmüyorum.
Ben de öyle düşünmüyorum. Ama sizin gibi, romanın bu kısmını ben de çok seviyorum. Onu benim edebi tutumuma karşılık gelen bir metafor olarak görmeniz de hoşuma gidiyor. “Kafamda Bir Tuhaflık”taki cümleyi hatırlatayım: “Doğruyu söylemem, samimi olduğum anlamına gelmez.” Bazen en tartışılmaz doğruları ifade ederken son derece samimiyetsiz olabilirsiniz. Özellikle bunu karşınızdakinin canını yakacağınızı bile bile yaparsanız… Romancılık düşünceli, yani hesaplı davranırken bile saf kalmayı gerektirir. Bazen kelimeler size bir yerden gelir, siz sanki onları sadece kaydediyorsunuzdur. Bazen de her şeyi titizlikle hesaplarsınız. Kesersiniz, biçersiniz, küçük ayrıntıları büyütüp dramatize edersiniz; okurun üzerinde samimi bir etki yaratmak için hikâyenizi sabunlar, şekerlendirir, çiçeklendirirsiniz… Bunların hiçbiri samimi işler değildir ama romancılıkta hepsi meşrudur.
“Saf ve Düşünceli Romancı”da anlattığınız şeyler bunlar…
A’yı B diyerek anlatan adam olmayı severim; Shakespeare ve Dostoyevski çizgisidir bu. Her insanın kalbinde birbiriyle çelişen iki düşünce mutlaka olur. Türkiye mesela hem Batılı hem de Doğuludur. Memleketi bir çizgiyle ortadan ikiye bölüp insanları Doğulu-Batılı, laik-muhafazakâr diye ikiye ayıramayız. Gerçi siyasi partiler oy almak için milleti zehirleyip böyle ayrımlar mümkünmüş gibi davranıyorlar. Bu yüzden bence liberal, hoşgörülü siyaseti politikacılar değil, iyi romancılar yapıyor aslında; Dostoyevski’ler… Onlar bir insanın A demek isterken pekala B diyebildiğinin, B derken bambaşka bir şeyi kastedebildiğinin farkındalar.
“Romancılığın iğneyle kuyu kazmak olduğunu her zaman söyledim. Ama bazen ne kadar ısrarla kazarsan kaz, suyu bulamayabilirsin”
Sofokles’in Oedipus’u, Rüstem ile Sührab efsanesi, Bizans kuyuları, Freudyen rüya yorumları, Jules Verne romanları, Pasolini filmleri; romanınız kültür tarihi gibi… Ağır iş yaptım duygusu var mı?
Zihnimde sürekli boğuştuğum ve neredeyse 30 yıldır bekleyen bir hikâyem vardı ve anlatmayı çok istiyordum. Altı ayda yazarım sandım ama bir yılı geçti.
Kuyucu Mahmut Usta, “Buradan bir şey çıkmaz” diyenlere rağmen bir gün su bulacağını hissederek kazıyor toprağı, siz de böyle hissettiniz mi?
Artık olgun romancı olduğum için bazı şeyleri daha rahat söyleyebiliyorum, yazarken aklımın bir köşesinde Ernest Hemingway’in “İhtiyar Adam ve Deniz”i duruyordu.
Sevdiğiniz bir roman mı?
Doğayla savaşı mükemmel anlatan bir roman. Kusuru, balıkçının yapayalnız olması, denizin ortasında kendi kendine konuşup durması… Ben, tek başına kuyu kazan bir adamı yazmak istemedim, o zaman “Kendini yazmış” diyeceklerdi. Öte yandan, kuyucuyla özdeşleştiğim doğru; romancılığın iğneyle kuyu kazmak olduğunu her zaman söyledim. Ama bir yere kadar! 40 yıldır sabırla yaptığım bir işim var, kitaplarım çok okunuyor, insanlar beni önemsiyor, bazı konularda ne söyleyeceğimi dinlemek istiyor… Ama kabul, bazen ne kadar ısrarla kazarsan kaz, suyu bulamayabilirsin.
Ne yapıyorsunuz o zaman? Elinizdeki romanı çöpe mi atıyorsunuz?
Hayır, başladığım hiçbir kitabı çöpe atmadım. 1980 darbesinden sonra yazdığım bir kitap var sadece ama onu artık yayınlayamazdım, öylece bıraktım. Ama yok, devam ediyorsunuz. “En sonunda suyu bulacağım” diyorsunuz, arkadaşlarınıza okutuyorsunuz, orasını burasını kesiyor, biçiyorsunuz. Yeni şeyler ekliyorsunuz. Depresyon geçiriyorsunuz. (Gülüyor.) Arada dursanız bile kazmaya yeniden başlıyorsunuz. Siz düşünüyorsunuz, kuyu derinleşiyor.
“Hiç kimse sonsuza kadar babasından nefret etmez, hiç kimse de sonsuza kadar babasına hayran kalıp kendini onun için feda etmez”
Mahmut Usta bir zamanlar insanların kıymet verip kuyularda sakladığı, sonra da unuttuğu şeylere rastlıyor. “Düşünceli” romancısınız ama bazen siz de beklenmedik şeylerin peşine düşüyor musunuz?
Roman yazmanın en zevkli yanı budur işte. Düşünceliyim ama demek ki saf bir yanım da var. (Gülüyor.) Bakıyorsun, hiç hesaplamadığın bir şey gelip seni bulmuş. Mesela öğleden sonra 1’le 3 arası saflığıma hitap edecek hiçbir şey gelmez. Ama zihnimi kirletecek şeylerden uzak durmuşsam, internetteki haberlere bakmamışsam, hele akşam 8’de güzel bir kadeh şarap içmişsem; uykudan kalkıp pijamalarımla masanın başına geçerim. Gece yarısından sonra öyle düşünceler gelir ki… Yazar farkında bile olmadan kaleminin ucunu sürekli biler. O sırada gelen tesadüflerin güzelliğini görebilirse, onları bir çerçeve içine koyarak kitabının parçası yapar, hatta kendi bile şaşırır bunu daha önce niçin akıl edemediğine…
Kitabınızın esas meselesine gelirsek; karakterinizin onu farklı biçimlerde hırpalayan, inciten iki babası var…
Babası pek ortada olmadığından, Cem başka türlü bir baba şefkati arıyor ve bunu ustasında buluyor. Buradaki şefkat, otoriterlik de içeriyor. “İstesem senin kemiklerini kırarım ama hepsi sana duyduğum sevgiden” diyen babalar yok mudur? Şefkat ve otorite kardeştir. Şu da var: Hiç kimse sonsuza kadar babasından nefret etmez, hiç kimse de sonsuza kadar babasına hayran kalıp kendini onun için feda etmez.
“Her baba bunu bilse iyi olur” dercesine söylediniz…
Babayla ilişki hep sorunludur. Astığı astık, kestiği kestik bir babam olmadığı halde ben de epey sıkıntı yaşadım ama benimki entelektüel bir sıkıntıydı. Babanın seni ezmesinin yanında benimki gibi buhranlar hiçbir şeydir. Babam kötü bir baba değildi; tam tersi, zeki, karizmatik, yetenekli, kendine güvenen bir adamdı. Abimle bana “akıllı oğullarım” derdi. Gerçekten akıllı olduğumuz için değil, kendini çok akıllı bulduğu ve bu durumda bizim de akıllı olmamız gerektiğini düşündüğünden… Bilmem anlatabiliyor muyum?
“Kemal Tahir babamdı; ona hem hayrandım hem de kalbimi kırabilir diye tanışmaktan kaçardım”
Sizin kaç babanız oldu?
Açıkçası bir babam daha oldu. Yazmaya yeni başladığım yıllarda Kemal Tahir’e hayrandım. Hayattaydı; isteseydim, tanışabilirdim. Ama o istemez diye düşünür, korkardım.
Ve?
Tanışmadık! Bir şey söyleyip kalbimi kırabilirdi ve bu kez ondan nefret eder, öldürmek isterdim… Babamı öldürmek istediğim zamanlardakinden bile daha güçlü bir istek duyardım belki bunun için. Hayran olduğumuz, ‘baba’ saydığımız insanları yakından tanımak, sahip oldukları güçleri öğrenmek isteriz. Ama onların arkadaş ilişkilerini, kişisel tarihlerini, iktidar sırlarını tükettikten sonra da özgür olmayı seçer, ucuz bir bahane uydurup kaçarız. Oh be, nihayet bitti! Şimdi kime âşık olacağız, kime baba diyeceğiz?
Romanınızın karmaşık karakterlerinden biri, “Seni kör etmek istiyorum, çünkü bir babada dayanılmayacak yan, seni hep görmesi” diyor.
Ve kendi yolunu çizmek, kendi romanını yazmak istiyor. (Gülüyor.) Güçlü adamların kendilerine özgü bir narsisizmleri vardır, yanlarına gittiğinde senin küçük zenginliklerini anlamayabilirler. Bozulursun, hem kendine hem de ona kızarsın. Bu yüzden büyük şairlerin, romancıların dostlukları hayat boyu sürmez. Belki bir tek İkinci Yeni şairleri hariç… Turgut Uyar, Edip Cansever ve Cemal Süreya arasında hep saygılı bir ilişki oldu. Sanat ve edebiyat dünyamızda dost kalabilmiş başkası da gelmiyor aklıma. İsterdim öyle yakın romancı arkadaşlarım olmasını…
Çırağınız oldu mu peki, size “baba” diyen biri?
Bilmiyorum, vardır benden etkilenenler ama ben onlara o gözle bakmam.
“Saldırıların üzerinizde durmazsanız, kendinizi gökyüzünde uçan bir kuş gibi hissedersiniz. Güzel bir duygu, kaybetmek istemem”
Toplumların da babaları var anladığım kadarıyla. “Devlet Baba, Allah Baba, Paşa Baba, Mafya Babası; bu ülkede kimse babasız yaşayamaz” deniyor romanda…
Bizde insanlar yere sağlam bastıklarından bir türlü emin olamadıkları için sırtlarını iktidara dayayarak yaşamak isterler. Ailenin iktidarı da olabilir bu, bilginin, devletin, kaba gücün iktidarı da… Baskıcı bir toplumda yaşıyoruz, zordur bizde babasız olmak. Ben, hiçbir gazetede düzenli yazmadım mesela ve bunun sıkıntısını çok çektim. Karalama kampanyaları açıldı, başım dertten derde girdi. Ama kötü günlerin şöyle bir faydası oluyor; derin kalınlaşıyor, aldırmamayı öğreniyorsun. Şimdilerde hükümet yanlısı gazeteler sataşıyor biraz ama umurumda değil, “Bu göz neler gördü neler” diyorum içimden.
Daha iki üç sene öncesine kadar diğer taraftan saldırıya uğruyordunuz ama. Üstelik hatırladığım kadarıyla saldırının şekli aynıydı…
Retoriği bile aynıydı, kelimeler değişmiyor… Üzerinde durmazsanız, kendinizi gökyüzünde uçan bir kuş gibi hissediyorsunuz. Güzel bir duygu, kaybetmek istemem.
80’lerin sol çevrelerinin ağır maçoluğuna vurgular var gibi geldi bana. Örgüt içi ilişkilere, evliliklere müdahaleler, kimin kiminle ne yaptığının çetelesinin tutulması…
Ben sol çevreler demezdim…
Ne derdiniz?
“Anladım Orhan, baban korku veren biri olmamış. Peki, sana bunu yapan biri oldu mu?” diye sorardım. O korkuyu bana ailemin dışındakiler yaşattı. Nasıl başlayıp yerleştiğini tam kestiremiyorum ama evimizin ötesinde karanlıklarla dolu bir dış dünya olduğunu hissederdim.
“Kuvvetli bir babam olmadığı için belki, ben hep kuvvetli, her şeye hâkim kadınlara yöneldim”
Cem, Kırmızı Saçlı Kadın’la yatakta kitap okuduklarını, ardından öpüşüp sevişerek uyuyakaldıklarını hayal ediyor. Babasından ödünç aldığı bir hayal bu aslında… Ve yıllar sonra karısıyla tam da böyle bir şey yaşıyor.
Cem’in karısıyla arasındaki son derece uyumlu ilişkide erotik gerilim yok; fazla arkadaş onlar… İtiraf edeyim, burada yoğun bir otobiyografik yan var. Kuvvetli bir babam olmadığı için belki, ben hep kuvvetli, her şeye hâkim kadınlara yöneldim. “Kırmızı Saçlı Kadın”da Cem’de kendinden daha güçlü, dertlerini açabilecek kadar güveneceği bir kadın istiyor. Belki kaçsa ya da gizli bir şeyler yaşasa kendini daha özgür hissedecek ama bunu da aramıyor.
Ama esas güçlü olan Kırmızı Saçlı Kadın, romanınızdan bunu da öğreniyoruz.
Cem şeytani cazibesine kapılıyor onun ama evlenmiyor; evlenmeyi aklından bile geçirmiyor. Demonik buluyor Kırmızı Saçlı Kadın’ı; haklı da…
Kapak için Dante Gabriel Rosetti’nin Regina Cordium’unu seçtiniz. Rossetti, “Uğultulu Tepeler”i okuduktan sonra şöyle demiş: “Olaylar cehennemde geçiyor, ama nedendir bilmem, yer isimleri İngilizce.” Sizin romanda olaylar nerede geçiyor?
Cennet’te mi, yoksa Cehennem’de mi geçtiğini soruyorsanız, Araf’ta diyelim…
“Unutmayın, roman, düşünceyi yasaklamak isteyenlere karşı icat edildi. Düşünce özgürlüğüne karşı kurmaca…”
Gençlerden Adam Thirlwell’in bir yazısını çevirmeye çalıştım geçenlerde. “Herhangi bir hikâyeyi anlatmayı seçtiğiniz an, anlattığınız kişiyle ilişkinizi riske atıyorsunuz demektir” diyor Thirlwell. Yazmak, ilişkilerinizi riske attığınızı hissettirdi mi size diye sorsam…
İyi de ben artık genç değilim, 40 yıldır yazıyorum. Kurmaca dediğimiz şeyin en büyük gücü ne biliyor musunuz? Adamın biri, sizin ona dair bir şey yazdığınızı sanıp kızmışsa, “Yok yahu bu sadece hikâye, niye seni yazayım, yakışır mı hiç sana?” diyebilirsiniz. Ya da diyelim, tamamen hayal gücünüzden çıkmış bir fanteziyi yazdınız ama o bunda kendini görmüş. “Aman abi, elbette senden hareket ettim” dersiniz, sevincini bozmazsınız.
Ailenizden, arkadaşlarınızdan mı bahsediyorsunuz?
Hayır, yalnızca yakın çevrenize karşı kullandığınız bir kalkan değildir bu. Onu, okura, devlete, millet, düşmanlarınıza karşı da kullanabilirsiniz. Unutmayın, roman, düşünceyi yasaklamak isteyenlere karşı icat edilmiştir. Düşünce özgürlüğüne karşı kurmaca… “Dur yahu, dokunma buna, anlattığım her şey hayal ürünü” diyebilme şansı verir yazara. “Böyle şeyler olmadı, gerçekle alakası yok, üzerine alınma…” İnsanoğluna hiç olmazsa bu kadarını kabul ettirebilirsin.
O zaman başta konuştuğumuz şeye dönüyoruz; “Kafamda Bir Tuhaflık’taki o cümlenize… “Doğruyu söylemem samimi olduğum anlamına gelmiyor.” Eh, bu durumda, yalan söylemek de her zaman sahtekârlık olmayabiliyor.
Yasakların var olduğu her yerde “Bunlar gerçek değil kurgu” diyen bir koruma mekanizmasından da söz edilebilir. Ama ben “Kırmızı Saçlı Kadın’ı bunu söylemek için yazmadım.
Öyle düşünmedim zaten…
Öte yandan, ne biliyorsunuz, belki bunu söylemek de kurgunun bir parçasıdır.
Oedipus, Rüstem, Freud… Kelimeler, renkler…
Rüstem neden ağladı, Oedipus neden kendini kör etti?
Oedipus ve Zaloğlu Rüstem mitlerine kafayı takan karakteriniz müze müze dolaşıyor ve Oedipus’un, babasını öldürdüğü ve annesiyle yattığı o iki an dışında her anının resmedildiğini fark ediyor. Oysa Sührab’ın babası Rüstem tarafından öldürülmesi Doğu’da her zaman açıkça resmedilmiş. Bu bize neyi gösterir?
Bakın, Rüstem’in oğlunu öldürmesi değil o minyatürlerde önemli olan, öldürürken ağlaması… İlginç bir durum var orada: Osmanlı padişahları da tahta çıktıklarında şehzade kardeşlerini öldürürken ağlarmış, tıpkı ona benziyor bu. Yalandan da değil üstelik, içtenlikle ağlıyorlardı herhalde… Gelin görün ki ağlamalarının esaslı bir nedeni daha vardı: Eylemin meşrulaşması, Oedipus ile Rüstem’in -ve tabii kardeşlerini boğduran padişahların- dürüstlüğünün kanıtlanması, için, gözyaşlarının toplum tarafından görülmesi gerekiyordu. “Gördünüz mü?” diyorlardı bir bakıma. “Biz zalim değiliz, bunu devletimizin bekası için mecburen yaptık, ne kadar acı çekiyoruz, baksanıza!”
Oysa Oedipus…
Oedipus da Rüstem gibi acı çekiyor; bilmeden babasını öldürdüğünü, yetmiyormuş gibi öz annesiyle evlendiğini fark ettiği için… Ve kendini cezalandırmak için gözlerini kör ediyor. Resimlerde ve kitap kapaklarında falan, babasını öldürmesiyle ya da annesiyle evlenmesiyle değil, kendini kör edişiyle resmedilmesi bundan. Orada gördüğümüz şey, suçluluk duygusu… Oedipus’un kendini kör etmesi ve Rüstem’in ağlaması aynı kapıya çıkıyor…
“Zihnimiz var ya zihnimiz; o bizi durmadan aldatıyor, onun yüzünden rüyalarımızda yanlış filmler çekip duruyoruz”
Cem, Kırmızı Saçlı Kadın’ın yataktaki bazı tavırlarını nasıl söyleyeyim, “biraz edepsizce” buluyor, neden?
Belki de okur her sayfada bu kadar ince eleyip sık dokumamalı…
Normalde bunun nedenini sormazdım ama hikâyenin burada açık etmek istemediğim şahane finalini düşününce, bu tanımlama ilginç geldi bana, o yüzden soruyorum…
Hah, tamam, anladım ne demek istediğinizi. Şimdi efendim, onu aslında kim yazmışsa, yazmış, okuyan öğrenecek… Elinizdeki kitabın aslında başka bir kitap olabileceğini gösteren bütün postmodern hileleri burada da kullandım, evet. Madem açtınız bu konuyu, okur kitabın son 15 sayfasında küçük bir sarsıntı da geçirecek, hadi o kadarını söyleyelim. Tartışmaya açık yanları olan bir kitap. “Hataları var” demek istemiyorum. Hataları vardır mutlaka, ayrı. Tartışılacak yanlar derken söylemek istediğim, hikâyenin soru sormaya davet etmesi… Kim baba, kim oğul? Hikâyeyi hangisi anlatıyor, o anlatıyorsa, bu ne oluyor? Başta gayet ortada görünen bazı şeylerden sonradan hiç bahsedilmemesinin manası ne? Cem, bu kadar büyük bir takıntı haline getirdiği Kırmızı Saçlı Kadın’ı sonradan niçin hiç hatırlamıyor, aklına getirmiyor? Bir ipucu: Oedipus babasını öldürdüğünü gerçekten bilmiyor muydu, Rüstem oğlunu öldürdüğünün farkında değil miydi? Bu konular, üzerinde düşünmeye değer konular.
Freud’çu olmadığınızı vurguluyorsunuz ama ondan epeyce bahsediyorsunuz…
Freud’çu değilim ama ondan çok şey öğrendim. Bütün o alt bilinç-üst bilinç meselelerini, dil sürçmelerini, rüya yorumlarını eğlenceli buluyorum ama doğrusunu isterseniz, çok da inanmıyorum. Hayatımızın ilk 10 yılının karakterimizi belirlediği de doğru değil; sonuçta irade diye bir şey var, öyle değil mi? İnsan evirip çevirip kendini yeniden yaratan bir varlık, sürekli başka biri olmaya devam ediyor ve bir noktadan sonra hayatının ilk 10 yılını iyice gerilerde bırakıyor. Ama zihnimiz var ya zihnimiz; o bizi durmadan aldatıyor, onun yüzünden rüyalarımızda yanlış filmler çekmeyi sürdürüyoruz… Freud’un antik Yunan tragedyası Oedipus’u sahnede izlemesi ve sonra da üzerine yazması önemliydi. “Baba katli” otoriteden kurtulmak, modern olmak arzusundan kaynaklanır. Modernlik doğduğumuz yerden, bizi belirleyen evden, sokaktan, mahalleden kaçmak isteğidir. Ailenin, okulun, cemaatin, dinin baskısından kurtulabilmemiz ve kimsenin bizi görmemesi, ancak şehir hayatında mümkündür. Şehir, insanın babadan, iktidardan kaçabileceği tek yerdir. Çünkü orada hem insan içindesin hem de gözlerden uzak kalabilirsin. Kitaplarım çoğunlukla büyük şehirde kaybolmak isteyen insanlar hakkında…
“Kelimeler işitsel dünyaya, renkler görsel dünyaya ait olsa da, ikisi de aynı sonuca ilerler, aynı kalbi etkilemeye çalışır”
Kitaplarınızın adlarında sıklıkla renklere yer veriyorsunuz… “Beyaz Kale”, “Kara Kitap”, “Benim Adım Kırmızı”, şimdi de bu… Yeni romanınızın kilit karakterlerinden biri, “Şairim, işim kelimelerle oynamak ama gerçek düşüncenin kelimelerden değil resimlerden çıkacağını biliyorum” diyor. Katılıyor musunuz ona?
Ressam olmak istemiştim, yazar oldum. Ama ikisi arasında köprü olmayı, renklerin verdiği duyguları kelimelerle anlatmayı seviyorum. Renkleri işitmeyi, kelimeleri görmeyi deniyorum… Sonuçta, bakmak ve dinlemek kardeş sanatlar; renklerle kelimeler birbirine o kadar da uzak sayılmaz. Bilhassa öfke, arzu, tutku gibi güçlü duygular size, kelimelerle değil imgelerle gelir… Ve kelimeler işitsel dünyaya, renkler görsel dünyaya ait olsa da, ikisi de aynı sonuca ilerler, aynı kalbi etkilemeye çalışır. Şimdi yeni bir roman yazıyorum. “Veba Geceleri”nde, hayatında hiç renk görmemiş birinin zihninde geziniyorum. Anlatıcılardan biri doğuştan kör ama hafızası sağlam, renkler hakkında duyduğu her şeyi zihnine kaydediyor ve onların neye benzeyeceğini hayal etmeye çalışıyor.
Kırmızının sizde neyi çağrıştırdığını sorsam…
Bu soruyu, “Benim Adım Kırmızı”yı yazarken, 1998’de, ben de kendime sormuştum. Bulduğum cevaplar arasında çiğ et, kan, iktidar ve daha başka birçok şey vardı… Demirle bakır arası bir metaldi benim için ve çiçeklerden güle değil papatyaya benziyordu. Eskiden ne fotokopi vardı ne de fotoğraf makinesi. O yüzden insanlar Avrupa’yı gezer, döndükten sonra da gördükleri sanat eserlerini kelimelere dökerdi. Farkında değiliz belki ama insanoğlunun kafası değişti ve bizler, fotoğraf ve sinemanın icadından sonra renkleri görme yeteneğimizi biraz kaybettik.
Gülenay Börekçi
Adam Thirlwell’in röportajda sözünü ettiğim yazısı burada.
Subscribe
0 Comments
oldest